1 / 81

İslam Tıbbı

İslam Tıbbı. İslam Medeniyeti.

monifa
Download Presentation

İslam Tıbbı

An Image/Link below is provided (as is) to download presentation Download Policy: Content on the Website is provided to you AS IS for your information and personal use and may not be sold / licensed / shared on other websites without getting consent from its author. Content is provided to you AS IS for your information and personal use only. Download presentation by click this link. While downloading, if for some reason you are not able to download a presentation, the publisher may have deleted the file from their server. During download, if you can't get a presentation, the file might be deleted by the publisher.

E N D

Presentation Transcript


  1. İslam Tıbbı

  2. İslam Medeniyeti • İslam medeniyeti, Mısır-Mezopotamya ve Yunan-Roma kültürleri ile Rönesans’la başlayan ve günümüze kadar gelen Batı medeniyeti arasındaki bağlayıcı halka olup İslam’ın birleştirici ve itici gücüyle, bulunduğu coğrafyadaki eski kültür birikimini kendi değerleriyle sentezleyerek insanlığın hizmetine sunmuş, daha sonra da Sicilya ve Endülüs yoluyla Avrupa’ya aktarmıştır.

  3. Eski medeniyetler üzerinde yükselen İslam şehirleri tıbbın, astronominin, matematiğin, insanlığın yeni ihtiyaçlarını karşılayan bilimlerin gelişmesi için gerekli şartları yaratmıştır. • Büyük şehirlerde kurulan medreseler, bilimsel faaliyetlerin yanı sıra, yönetici kadroların yetişmesinde ve kültürün üretilmesinde de önemli rol oynamıştır.

  4. VIII. yüzyıldan itibaren bilim ve kültür dünyasına İslam medeniyeti hâkim olmuştur. Bu durumun temel sebepleri şöyle sıralanabilinir: • ayet ve hadislerin bilimi teşvik etmesi, • bilim adamlarının varlıklı kesim tarafından himaye edilmesi, • Müslüman toplumların birikimleri, • bilim dili olarak benimsenen Arapça’yla yazılmış eserler sayesinde bilginin kısa zamanda uzak yerlere taşınabilmesi, • Yunan ve Hint eserlerinin Arapça tercümeleri.

  5. İslam medeniyeti, XII. yüzyıldan itibaren eserlerinin Latince’ ye tercüme edilmesiyle Avrupa’yı uyandırdıktan sonra yaratıcılığını kaybetmeye, XV. yüzyıldan itibaren de kendini tekrar etmeye başlamıştır.

  6. İslam ve Bilim • İslam bilim dini, İslam medeniyeti de bilim medeniyetidir. Bilim, İslam’da sahip olduğu konumu diğer inanç sistemlerinde kazanamamıştır. Müslümanlar, Kurân’dan beslenen bu görüşü tam olarak benimsediklerinde tarihin medeni gücü haline gelmiş, benimsemediklerinde altüst olmuşlardır.

  7. Kurân’a göre ilmin kaynağı, ezeli ve ebedi sahibi Allah’tır. Alîm sıfatıyla ilminden istediğine istediği kadar veren O’dur [Bakara, 255]. • Bu sebeple, insanın edindiği bilgiyle mutlak otorite olamayacağı, her zaman yanılabileceği görüşü benimsenmiş, âlimler eserlerinin sonuna şu klişeleşmiş cümleyi yazmışlardır: • “Allahu âlem bi’s-savâb.” (Doğrusunu Allah bilir.)

  8. Bilme kabiliyetimizin ve bildiklerimizin sınırlı olduğunu, hata yapabileceğimizi kabul etmek bilimin temel şartlarındandır. • İnsanların doğru bildiklerini iddia ettikleri dönemlerde bilimsel gelişme yavaşlamış veya durmuş, yanılabileceklerini kabul ettikleri dönemlerde hızlanmıştır

  9. Kurân objektifliği ve bilimselliği imanın önüne almış; insanları ortak aklın ilkelerine ve bilimin verilerine uymaya çağırmış; hataların düzeltilmesine imkân tanımış; bilgiyi elde etme yolunu, bilgileri toplamak, karşılaştırmak ve en doğrusunu seçip sonuca varmak şeklinde ortaya koymuştur . • Bu seçimde sorumluluk insanın kendisine aittir. İlk dönem Müslümanları Hz. Muhammed’in peygamberliğine inandıkları halde, vahiy dışındaki bilgilerde onu mutlak otorite olarak düşünmemiş, Peygamber’in vahiy olan ve olmayan sözlerinin ayrılmasıyla, bilgileri tenkit süzgecinden geçirerek kullanmışlardır

  10. X. yüzyıldan sonra, Peygamber’in günlük hayata dair sözlerinin de vahiy gibi mutlak gerçek ve şaşmaz bilgi olarak kabul edilmesi insanın kesin bilgi sahibi olabileceğini düşünmesine yol açmış ve bilim yolundan sapmalar başlamıştır. • Allah’ın mutlak ilim kaynağı olduğunun unutulması ve insanın otorite olabileceği düşüncesi, Aristotales benzeri bilim otoritelerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. • Böylece, ilk 3 asır boyunca serbest düşünceyi benimseyen toplum, bundan sonra, üstat olarak kabul ettiği bilim adamlarının fikirlerini tartışmadan benimsediğinden İslam bilimi önce durağanlaşmış, sonra çökmüş

  11. Şam Üniversitesi profesörlerinden Muhammed Ali Cezûl el-Kâtib, Kurân’da yasa koyucu 250 ayete karşılık, inananlara tabiatı incelemeleri, düşünmeleri, akıllarını en iyi şekilde kullanmaları ve bilimle uğraşmayı toplum hayatının bir parçası haline getirmelerini emreden yaklaşık 750 ayet bulunduğuna dikkat çekmiştir.

  12. Kurân, bilimsel araştırmalara kısıtlama getirmediği, aksine teşvik edip dini boyut kazandırdığı için, din-bilim çatışmasına yol açabilecek ve bilim adamının bağımsız faaliyetini engelleyebilecek yolları kapatmıştır. • Ortaçağ Hıristiyan dünyasında pozitif bilimlerin kilise inancıyla bağdaşmadığı düşüncesi hâkim olduğundan pek çok bilim adamı kiliseye cephe almıştır. Bu düşünce, İslam ülkelerinde, İslam’ın bilime bakışını unutan aydınları da etkilemiştir. • Kurân’da, Allah’ın kurduğu düzeni ancak bilgi sahiplerinin kavrayabileceği gerekçesiyle âlimlerin üstünlükleri vurgulanmıştır

  13. İSLAM ÖNCESİ ARAP TOPLUMUNDA TIP • Cahiliyye dönemi Arapları, şiir, hikâye, soy ilmi (ilm-i ensâb) gibi alanlarda ileri, astronomi ve tıp alanlarında pek az bilgiye sahip, bilim ve felsefeden ise habersizdiler. • Tıp bilgilerinin bir kısmı Babil’den edinilmişti, bir kısmı ise geleneksel çöl hayatı sürdüren Bedevilerin basit tedavilerinden ibaretti. • İslam öncesi Arap toplumunda 2 tür tedavi vardı:

  14. 1. Kâhin ve arrafların tedavileri: • Hastanın bedenine girdiği düşünülen kötü ruhları büyüsel metotlarla (okuyup üfleyerek), tanrılara kurbanlar adayarak veya nusha (muska) yazarak uzaklaştırmaya çalışırlardı.

  15. 2. İlaç tedavisi • Bitkiler, tohumlar ve bal kullanılırdı. Kan aldırma (hacamat), şaşılıkta hastayı dönen değirmenin taşına baktırma, organ kesiklerinde kanamayı durdurmak amacıyla kızgın yağa batırma, yarayı dağlama (key) gibi tedavi metotları da vardı. • Çiçek gibi bulaşıcı bir hastalığa tutulanların yanında durulmaz; kutsal kişiler olarak görülen kabile reislerinin kanı sulandırılarak felçli hastalara ve kuduz olanlara içirilir veya hayvanın ısırdığı yere sürülür; veba hastalığının olduğu bir ortama girilirken -bulaşmayı önleyeceği düşüncesiyle- eşek gibi anırılır; yılan sokmalarında hasta uyursa zehrin vücuda yayılacağı düşünüldüğünden elbisesine ziller takılır; hastalıklardan korunmak amacıyla tavşanın topuk kemiği üstte taşınır; kara sevda’ya tutulanların kasıklarına -son çare olarak- dağlama yapılırdı.

  16. Yaralı birinin su içmesi halinde öleceğine; çocukların süt dişleri “bundan daha güzeliyle değiştir” sözüyle güneşe doğru fırlatılırsa yeni dişlerin daha sağlam çıkacağına ve diş ağrısı çekilmeyeceğine inanılırdı. • İç hastalıklarında bal kullanılır; yaralar hasır külüyle kapatılıp üzerine tuz basılır; bademcik iltihaplarında (uzre) kadınlar tarafından bir bezle bademcikler sıkılır, gerektiğinde koparılırdı. Kan akıtma (hacamat) ve kürtaj yaygındı

  17. Cahiliyye hekimlerinin en meşhuru Hâris bin Kelede es-Sakafî’dir. Dönemin tıp merkezi Cündişapur’da tahsil gören Hâris bin Kelede, bir süre İran’da hekimlik yapmış, yüklü bir servet kazanmıştır. Doğum yeri Taif’e döndükten sonra Araplar arasında tabîbu’l-Arab olarak tanınmış, şöhreti ülke dışına yayılmıştır. • Hekimlerinin tedavisinden fayda göremeyen İran’ın Zendaverd şehri satrabının davetine icabet edip onu iyileştirmiştir. Koruyucu hekimlikle ilgili eseri kaybolmuşsa da, buradan alıntılar yapan Cezûlî’nin [ö. 1412] Metâli‘u’lBudûr adlı eserinden görüşleri tespit edilebilmektedir.

  18. Hayatının sonlarına doğru şu tavsiyelerde bulunmuştur • “Genç kadınla evleniniz, meyveleri olgunlaşmadan yemeyiniz, hastalığa tahammül ettiğiniz sürece ilaç kullanmayınız, aç kalarak veya oruç tutarak her ay bir kere midenizi temizleyiniz, bu tatbikat balgamı eritir, safrayı yok eder. • Öğle yemeğinden hemen sonra kısa bir süre uyuyunuz, akşam yemeğinden sonra ise en az kırk adım yürüyünüz, güneş altında fazla kalmayınız. Mide hastalıkların yuvası, az yemek (perhiz) ise çaresidir. Çok yaşamak isteyen kahvaltısını erken yapsın, akşam yemeğini erken yesin, cinsi münasebeti azaltsın.”

  19. İSLAM VE TIP (TIBBU’N-NEBEVÎ / TIBB-I NEBEVÎ) • Kurân, her zaman geçerli olabilecek sağlık prensipleri (koruyucu hekimlik) üzerine genel hükümler ortaya koymuştur. • Beden, ruh, elbise ve çevrenin temiz tutulmasını önemle vurgulamış; zararlı yiyecekler, kan, ölü hayvan ve domuz eti yenmesini, her türlü hastalığın bulaşabildiği evlilik dışı ilişkileri, alışkanlık yaparak ruhu ve bedeni tahrip eden içkiyi yasaklamıştır. Bebeklerin ana sütüyle beslenmesini, yeme-içmede aşırıya gitmemeyi, -genetik bozukluklar ortaya çıkabileceği için- yakınlar arasında evlenmemeyi tavsiye etmiştir

  20. Kurân, bir insanı öldürmeyi bütün insanlığı öldürmüş, bir insanı diriltmeyi ise bütün insanlığı diriltmiş kabul ettiğinden , İslam medeniyetinde tıp mensupları önemli bir yere sahip olmuştur. • Şarlatan hekimlerin meslekten uzaklaştırılması, hekimlerin hastalara verdiği zararın tazmin edilmesi gibi hasta haklarının başlangıcı sayılabilecek uygulamalar hayata geçirilmiştir.

  21. Kurân’ın sağlıkla ilgili ayetleri ile Peygamber’in sağlıkla ilgili sözleri (tıbbi hadisler) ve çeşitli vesilelerle tavsiye ettiği tedaviler vefatından bir süre sonra derlenerek Tıbbu’n-Nebevî adıyla dini bir tıp anlayışı ortaya konmuştur.

  22. Tıbbu’n-Nebevî kitaplarındaki bilgilerin büyük kısmı Cahiliyye devri tecrübelerine dayanır. • Tıbbi bilgisinin fazla olduğu bilinen Hz. Ayşe’ye bunları nereden öğrendiği sorulduğunda, Hz. Peygamber’in son zamanlarında sağlığının bozulması sebebiyle Arabistan’ın çeşitli yörelerinden gelen heyetlerin tavsiye ettiği tedavi metotlarından öğrendiğini söylemiştir. • Hz. Peygamber de gençliğinde çok seyahat etmiş, Filistin, Yemen, Güney Arabistan ve Umman’da bulunmuş, buralarda uygulanan tedavi metotlarını görmüştür. Ayrıca, Mekke’nin bütün Araplar için mukaddes şehir olması dolayısıyla yılın belirli zamanlarında burada toplanmaları halk tıbbının yörede yoğun olarak bilindiğinin işaretidir. • Özetle ifade etmek gerekirse, Tıbbu’n-Nebevî’nin koruyucu hekimlik dışındaki tedaviye yönelik bilgileri, eski Arap toplumunun halk tıbbı unsurlarını ihtiva etmekte olup dönemin tıbbi folklor malzemesi olarak düşünülmelidir.

  23. Tıbbu’n-Nebevî alanında müstakil bir çalışma yapan X. yüzyılın önemli muhaddislerinden Hattâbî , Hz. Muhammed’in ilaçla tedaviyi ihtiva eden hadislerinin toplumun beşeri bilgi ve tecrübesine dayandığını, dolayısıyla vahiy kapsamı dışında tutulması ve tavsiye ettiği ilaç veya duanın genel geçerli reçete kabul edilmemesi gerektiğini savunmuştur. • Bu yorum klasik dönemde Müslüman hekimlerce benimsenmiş, bilimsel tıp kitaplarında Tıbbu’n-Nebevî’ye ait tedavi metotları kullanılmamış, eserlerin başında koruyucu hekimlikle ilgili bazı ayet ve hadislere atıfta bulunulmakla iktifa edilmiştir. • Dolayısıyla, Tıbbu’n-Nebevî konusunda yazılan kitap ve risaleler, dönemin halk hekimliğini göstermesi açısından tarihi önem arzetmektedir.

  24. İSLAM MEDENİYETİNDE BİLİMSEL TIP • İslam kültüründe öncelikli bilimler (ulûmu’l-evâil) arasında yer alan tıp sanatı kısa zamanda büyük gelişme göstermiştir. Bu hareket 2 safhada gerçekleşmiştir:

  25. 1. Kabullenici dönem • Dinin teşvikiyle, İslam coğrafyasının üzerinde oturduğu antik kültür ve tıp benimsenmiş; Cündişapur’daki hastahane ve tıp eğitimi örnek alınmış; Antik Yunan ve Hint tıbbına ait bilimsel kitaplar Abbasiler döneminde Bağdat’ta kurulan Beytü’l-Hikme’de 200 yıl içinde tercüme edilmiştir.

  26. 2. Yaratıcı dönem • Antik dönem tıp bilgileri öğrenildikten sonra, gözlem ve deneylerle elde edilen yeni tıp bilgileriyle, XII. yüzyılda, düşünceyi tehlikeye düşürecek ortaçağ modası eski otoritelere dayanma düşüncesinden vazgeçilmiş, bilimsel düşünce orijinalitesi, o zamana kadar görülmemiş bir noktaya ulaşmıştır. • Bu yaratıcı dönemde, Müslüman hekimler yazdıkları kitaplarla bilimsel tıp dünyasına 600 yıl egemen olmuşlardır.

  27. Cündişapur • İran Sasani hükümdarı I. Şapur’un kurduğu Cündişapur şehri uzun süre yörenin bilim-sanat merkezi olarak tanınmıştır. • I. Şapur’un Roma imparatoru Valerian’ı hezimete uğrattığı savaşta, esirlerle birlikte Suriye’deki sanatçı, bilgin ve işçilerden oluşan büyük bir grubun yerleştirildiği Cündişapur, V. yüzyılın sonunda mezhep anlaşmazlığı sebebiyle Anadolu’dan sürülen Nesturilerin de sığınağı olmuştur

  28. I. Husrev (Anûşirvân) Hindistan’a kültür heyeti göndermiş, çok sayıda Hint bilginini Cündişapur’a getirtmiştir. Kitapları daha sonra Beytü’l-Hikmet’deArapça’ya tercüme edilen Berzûye ve Sencehl adlı hekimler bunlardan ikisidir. • Yine onun döneminde, Atina’nın Yeni Platoncu hocaları, akademinin 529’da kapatılması üzerine bu şehre kabul edilmiştir. • I. Husrev tarafından kurulan okul sayesinde şehir bölgenin bilim merkezi haline gelmiştir. Yunan-Hint-İran tıp bilgilerinin sentezlendiği bu bölgede yetişen büyük hekim aileleri, Abbasi döneminden itibaren, hekimlikleri ve tercüme ettikleri tıp kitaplarıyla İslam medeniyetinde bilimsel tıbbın ilerlemesine büyük katkıda bulunmuşlardır. • İran’ın 638’de Müslüman hâkimiyeti altına girmesinden sonra buradaki bilim kurumlarına dokunulmamış, -başta hekimler olmak üzere- bilim adamları Abbasi hanedanından saygı görmüş, Cundişapur’da yetişmiş hekimler sarayda, bilim adamları ise tercüme okullarında görev yapmışlardır.

  29. Tercüme Dönemi • İslamiyet’in ortaya çıktığı sırada Arabistan’ın kuzeyinde güçlü bilim ve felsefe merkezleri vardı. Arap orduları, Cündişapur’da gelişmiş bir tıp okulu ve hastahane,m büyük bir bilim ve araştırma merkezi olan İskenderiye’de ise Antik Mısır ve Yunan medeniyetinin bilimsel mirasıyla karşılaşmıştı . Ayrıca, Antakya ve Edessa (Urfa) da önemli bilim merkezleriydi.

  30. CündişapurHastahanesi hekimlerinden Buhtişû ailesi, 4 nesil boyunca bir taraftan Bağdat sarayının özel hekimliğini yapmış, diğer taraftan tercüme işleriyle uğraşmıştır. • Cündişapur, İskenderiye ve Edessa’da İslam’dan önce başlayan Yunanca’danPehlevice’ye (eski Farsça) kitap tercümeleri, Emeviler döneminde , Yunanca ve Pehlevice’denArapça’ya dağınık da olsa devam etmiştir.

  31. Beytü’l Hikmet • Esas tercüme dönemi, Abbasi devletinin ilk döneminde, Beytü’l Hikmet ile başlamıştır. • Halife Mansûr tarafından oluşturulan Beytü’l Hikmet, torunu Hârûn er-Reşîd zamanında geniş mekana ve düzenli işleyişe kavuşmuş, Me’mûn döneminde ise rasathane ilave edilmesi ve ilgi alanlarının genişlemesiyle akademi haline gelmiştir. • Beytü’l-Hikmet’de toplanan kitap sayısı ortaçağ dünyasında hiçbir yerle kıyaslanmayacak seviyeye ulaşmıştır.

  32. Beytü’l-Hikmet daha sonra yerini, Musul, Büst, Basra, Bağdat, Şiraz, Rey, Kahire ve Kayravan’da kurulan dâru’l-ilm/dâru’l-kütüb’lere bırakarak tarih sahnesinden çekilmiştir.

  33. Beytü’l-Hikme’deki tıbbi çalışmalar halife Mansûr’unCündişapur’dan getirttiği Hintli hekimlerin pekçok bilimsel eserle Bağdat gelmesiyle başlamıştır. • IX. yüzyılın başlarında, Yuhanna bin Mâseveyh, Cibrâîl bin Buhtişû‘ ve Huneyn bin İshâk, Cündişapur’dan gelen hekimlerin telkiniyle, Beytü’l-Hikme’deki birçok tıbbi eseri tercüme etmişlerdir.

  34. Me’mûn, Bizans’ın önemli şehirlerinden kitaplar getirtmiş, Kıbrıs hâkiminden savaş tazminatı olarak elindeki kitapları göndermesini istemiş; Mu‘tasım, Ankara ve Amorium’un fethinde değerli kitapları Bağdat’a getirmiştir. • Bir kitabı bulabilmek için bazen uzun seyahatler yapmak gerekmiştir. Huneyn bin İshâk, Galenus’un nabızla ilgili kitabı için Irak, Suriye, Filistin ve Mısır’ı dolaştığını, nihayet Şam’da bulduğunu aktarmıştır. • Toplanan eserler, Arapça-Yunanca-Süryanice’yi çok iyi bilen kişiler tarafından tercüme edilmiştir. • Mütercimlere kitapların ağırlığınca para ödenmiştir. Ağır çekmesi için kalın kağıtlara ve iri harflerle yazanlar hazine nazırı tarafından şikayet edilmiş, halife ise “hazinenin bilim adamlarına verilen ve bilim yolunda harcanan altınlarla fakirleşmeyeceği” gerekçesiyle devamını emretmiştir.

  35. 200 yıl kadar süren bu dönemde, Hippokrates, Galenus, Efesli Rufus, Dioskorides, Oribasius gibi Yunan; Susruta, Caraka, Vagbhata, Zantâh ve Canakya gibi Hint hekimlerin eserleri Arapça’ya aktarılmıştır. • Galenus’un 64, Hippokrates’in 13, Efesli Rufus’un 20 eseri tercüme edilmiştir. Böylece antik tıp kitaplarının kaybolması önlenmiş ve çok uzak bölgelerde okunabilmesi sağlanmıştır. • Antikitenin tıbbi mirasını özümseyen Müslüman hekimler, kitaplardakilere deneylerini, gözlemlerini, bilgilerini ve tecrübelerini katarak orijinal eserler ortaya koymuş, kurdukları sağlık kurumlarında verdikleri tıp eğitimiyle ortaçağ boyunca yaklaşık 600 yıl Doğu ve Batı’da tıbbın önderi olmuşlardır.

  36. Hastahaneler (Dârüşşifâlar) • İslam dünyasında hastahane kelimesi karşılığında dârüşşifâ, dârüssıhha, dârulafiye, dârulmerzâ, bîmârhâne, bîmâristân, şifâiyye, tımârhâne kelimeleri kullanılmıştır. • XIX. yüzyıldan bu yana bizde hastahane olarak isimlendirilen sağlık kurumları ortaçağ İslam medeniyetinde hasta tedavisi ile tıp eğitiminin yapıldığı tesislerdi.

  37. Dârüşşifâların en gelişmişi, V. yüzyıl ortalarında, Batı Asya’nın en önemli kültür merkezi olan Cündişapur’da faaliyetini sürdürmüştür. Bu hastahane ve tıp okulu, Hint, Yunan ve İran hekimlerinin müşterek çalışmalarıyla, bu medeniyetlerin tıbbi birikimlerinin bir sentezi olarak, döneminin modern hekimlik anlayışını temsil etmiştir.

  38. Cündişapur’dakihastahaneyi, İslam medeniyetinin kuruluş döneminde, İran’ın fethi sırasında tanıyan Müslümanlar, bunu örnek bir kurum olarak benimseyip pekçok şehirde benzerini kurmuş ve geliştirmişlerdir.

  39. Tam teşkilatlı ilk İslam hastahanesi, yaklaşık 800 yılında, Abbasiler döneminde, Hârûn er-Reşîd tarafından Bağdat’ta kurulmuş ve Cündişapur hekimlerinden Cibrâîl bin Buhtişû tarafından idare edilmiştir. Bu hastahane, Bağdat’ta ve diğer büyük İslam şehirlerinde kurulacak diğer hastahanelere örnek teşkil etmiştir. • IX-XVII. yüzyıllar arasında, Endülüs’ten Hindistan’a kadar geniş bir coğrafyada, Emevi, Abbasi, Selçuklu, Memluklu, İlhanlı, Timurlu, Akkoyunlu ve Osmanlı ülkelerinde çok sayıda dârüşşifâ kurulmuştur.

  40. Tıp Eğitimi • Tıbba hevesli gençler, hastahanelerde, medreselerde veya büyük hekimlerin evlerinde dersler alarak, şehir şehir gezip ülkenin tanınmış hastahanelerinde pratik yaparak veya büyük hekimlerin belirli kitaplarını okuyarak yetişmiştir. • Hastahanelerdeki eğitim günümüzde olduğu gibi hasta başında pratik, dershanede teorik eğitim şeklinde yapılmıştır.

  41. 1227’de Bağdat’ta kurulan, dini, edebi ve tıbbi bilimlerin eğitimini veren, 298 öğrencisi bulunan Mustansiriyye Medresesinde 10 öğrenciye tıp dersleri veren bir müderris (şeyh-i tıb) görev yapmıştır. Bu öğrencilere belli bir ücret de ödenmiştir. Kahire’deki Müeyyediyye medreselerinde de tıp dersleri verilmiştir. • Memlükler döneminde Şam’da, yalnız tıp eğitimi veren 3 medrese faaliyet göstermiştir: Dahvâriyye, Dunaysiriyye ve Lebbüdiyye. • Medreselerdeki tıp eğitiminde, mantık ve ahlak yanında, geometri, astronomi gibi bilimler de öğretilmiştir. Tıp talebesinin, nefsini kötülüklerden arındırması ve faziletli bir şahsiyet olması için ahlak bilimini, akıl gözünün açılması için geometri ve astronomiyi öğrenmesi gerektiği, bundan sonra tıp sanatını iyice öğrenebileceği düşünülmüştür. • Belli bir süre tıp eğ eğitimi alanlar imtihan edilmiş, başarılı olanlara diploma (icazetname) verilmiştir.

  42. İslam eğitim anlayışında, kitapları konuşturacak bir yetkilinin olması gerektiği düşünüldüğünden müderrislerin üstünlüğü kabullenilmiştir. Kendilerine bilim dünyasında yer bulmak isteyenler dönemin meşhur hocalarının öğrencileri olmuşlardır. Bilgelik mertebesine kendiliğinden ulaşılamayacağı kuralından yola çıkılarak, tek meşru bilginin icazet verilmiş bilgi olduğu düşünülmüştür. • Otoritesi kabul edilmiş bir müderrisin gözetiminde, bir eserin eksiksiz-hatasız okuduğunu, içindekilerden faydalanıldığını, başkalarına okutulabileceğini ifade eden ve ilgili eserin arkasına yazılan birkaç satırlık yazıya (hoca ve öğrencinin adları, okumanın tamamlandığı tarih, okuma yeri ve bazen öğrenimin derecesi) icazet denmiştir. • İlk defa hadis alanında ortaya çıkan ve zamanla yaygınlaşan icazette, kitap didaktik ve bilimsel bir dayanak, temel bilgi aracı olarak görülmüştür. Bu uygulama amanla geliştirilerek imtihandan sonra verilen diplomaya dönüşmüştür

  43. İslam inancında Hıristiyan ve Yahudi hekimlerin Müslümanları tedavi etmesinde sakınca görülmemiş, eğitimde hoca ve öğrencinin inançlarına önem verilmemiştir. • Bu bakımdan, tanınmış hekimler arasında, Hıristiyan ve Yahudi olanlar çoktur.

  44. Ülkenin bilgili ve tecrübeli hekimleri arasından seçilen reisü’l-etibbâ’lar, hekimlerin tayinlerini ve azillerini yapmış, hekim olduğunu iddia edenleri imtihan ederek başarısız olanlara meslekten uzaklaştırma cezası vermişlerdir. • Böylece, tıbbi bilgisi eksik olanların veya olmayanların hekimlik yapması önlenmeye çalışılmıştır. • Abbasi döneminde, bir hastanın hekim hatası yüzünden ölmesi üzerine, halife Muktedîr, Bağdat’taki 860 hekimin imtihan edilmesini ve başarılı olanlara hekimlik belgesi verilmesini emretmiş, bu göreve Sinân bin Sâbit’i getirmiş , hekimlik mesleğinin belirli kurallara bağlanması ve adayların imtihan edilmesi bu fermanla resmiyet kazanmış, zaman içinde hastahanelerin çoğalmasıyla uygulama yaygınlaşmış ve hızlanmıştır.

  45. Günlük hayatta hekimlerin kontrolü için ihtisab kurumundan faydalanılmıştır. Şeyzerî, hekimin hastaya sorular sorduğunu, nabzının durumunu tespit ettiğini, verdiği ilaçların terkibini gösteren bir reçete yazdığını, hastanın aktardığı şikayetleri ve kendi bulgularını ihtiva eden raporu hastanın yakınlarına verdiğini kaydetmiştir. • Hastanın ölmesi halinde, tedavide ihmal veya kusur olduğu düşünülürse, bu rapor yörenin en salahiyetli hekimi tarafından incelenmiş, hatalı bulunduğunda hekim hasta yakınlarına tazminat ödemeye mahkum edilmiştir.

  46. Bir kişinin tıp sanatını icra edip edemeyeceğine hekimler tarafından karar verilmiştir. Hekimlerin hangi kitaplardan imtihan edileceği önceden belirlenmiştir. • Şeyzerî, eserinde bu kitapları zikretmiş, tedavide kullanılacak metotlar ve cerrahi aletler hakkında da bilgi vermiştir. İmtihanı geçenler Hippokrates andının İslami versiyonunu olan Kitâbü’l-Ahd’ı söyleyerek dürüst ve namuslu çalışacaklarına dair söz vermişlerdir. • Şehrin belediye işlerini yürüten muhtesibler tarafından denetlenmiş, hukuki sorumlulukları ise kadılar tarafından takip edilmiştir.

  47. Hekimler ve Eserleri • İslam medeniyetindeki hekimler ve eserleri tıp tarihinde önemli bir yer tutar. • Geniş İslam coğrafyasında yaşamış ve eserlerini Arapça yazmış Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Mecusi veya etnik olarak Arap, İranlı, Türk hekimlerin eserlerinden milliyetleri hakkında bazı hükümler çıkarılsa da, bu dönemde daha ziyade ümmet anlayışı hâkim olduğundan kesin hüküm vermek zordur.

  48. Ali bin Rabben et-Taberî • Merv şehri kâtiplerinden, soylu, kültürlü, tıp ve felsefeye meraklı Hıristiyan bir ailenin oğlu olan Taberî, küçük yaştan itibaren babası Sehl’den tabiat bilimleri, tıp, matematik, felsefe ve edebiyat tahsili görmüştür. • Eserlerinden, Arapça, Farsça ve Süryanice, az da olsa İbranice ve Yunanca bildiği anlaşılmaktadır.

  49. Halife Mütevekkil zamanında devrin meşhur hekimlerinden biri olmuştur. Hayatını hekimlik yaparak kazanmış, Taberistan valisinin kâtipliğini yaptığı dönemde yazmaya başladığı Fidevsü’l-Hikme’yi 850’de tamamlamıştır. Hayatının son dönemlerinde Müslümanlığı kabul etmiş, 860’larda vefat etmiştir.

  50. İslam tıbbının en önemli kaynaklarından olan Firdevsü’l-Hikme, Hint, Yunan, İran ve Arap tıbbına ait zengin bilgiler yanında, Taberî’nin şahsi gözlemlerini de ihtiva etmektedir. • Başta Ali bin Abbâs el-Mecûsî, Ebûbekir er-Râzî ve İbnSînâ olmak üzere birçok hekime kaynaklık etmiştir. • Dönemine kadarki Yunan, Hint ve İran literatürünü çok iyi tanıyan Taberî, eserini yazarken Hippokrates, Aristoteles, Galenus gibi Yunan; Caraka, Susruta, Canakya gibi Hint; YuhannaibnMâseveyh, Huneyn bin İshak gibi İslam hekimlerinin eserlerinden beslenerek, beden sağlığı ile ruh ağlığının birarada düşünülmesi gerektiğini savunmuş, hekimlik ahlakına dair öğütlerle, tıp-felsefe ilişkisini olması gerektiği şekilde yansıtmıştır.

More Related